18 Mart 2016 Cuma

ENVER TURGUT, Emekli İzmir ve Kayseri Milletvekili - Türk Milleti ve Değerli Kamuoyuna AÇIK MEKTUP...

“13. Dönem İzmir ve 14. Dönem Kayseri Milletvekili ENVER TURGUT’un,
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar UĞUR DÜNDAR’a; Türk Milleti ve Değerli Kamuoyuna Duyurulması için yazdığı Açık Mektup”

Sayın Uğur DÜNDAR Kardeşim,
Arena Programınızı ve Sözcü Gazetesinde yayınlanan yazılarınızı dikkatle okuyor, özenle takip ve gayretinizi takdir ediyorum. Bu güzel ülkede, yöneticiler tarafından yapılan hata, ihmal, kusurları ve suiistimalleri “hak, adalet, hukuk ve halk adına” verdiğiniz uzun soluklu mücadele sürecinde açıklıyor, yorumluyor ve bu sayede beni ve benim gibi bütün vatandaşlarımızı uyarıyor, aydınlatıyor ve bilinçlendiriyorsunuz.
Size içtenlikle teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.
Ancak, bugünkü nesil geçmişimizi pek bilmediği için, yaşanan olaylar ile sebeplerine dair kanaat önderleri tarafından sürekli açıklanan, anlatılan ve yorumlanan analizleri pek fazla önemsemiyor. Hatta algılamıyor, anlamlı bulmuyor ve değerlendirmiyor bile! Zira onlar yakın geçmişimizde olup-biten hadiselerden habersiz. Maksatlı bir biçimde yönlendirilmiş, beyinleri yıkanmış ya da bir kültür baskısına maruz kalmış olabilirler.
Gerçek şu ki: Eskiden insanlarımız birbirlerine bu kadar zarar vermezdi. Ülkemizde barış, karşılıklı anlayış ve tolerans iklimi vardı. Bırakın şehirlerimizde dükkânını kapatmadan Camiye giden esnafı; Köylerimizde bile evlerin dış kapıları kilitlenmezdi, açıktı... Karşılıklı güven, itimat, saygı ve muhabbet çemberinde yürüyen hayat çerçevesinde, neredeyse bütün kapılar çalınmadan içeri girilebilirdi…
Bugün çelikten yapılmış kapılara dahi güven kalmadı...
Ülkemizde yaşayanların kulakları var duymuyor, gözleri var görmüyor, burunları koku almıyor. İnsanlar ağız ve dilleri olduğu halde, kendilerine reva görülen zulmü konuşmaktan çekiniyor. Toplumla birlikte düşünerek söyleyecekleri sözlerinden dolayı mahkemelerde sürünüp baskı altında yaşamaktan endişe ediyorlar.
Hâsılı 80 milyona yakın insanımız devletin başında oturan kişiden korkuyor.
Okuryazarlarımız bile sağ, sol, Kürt-Türk milleti olarak bölünmüş durumda. Üstüne üstlük, hükümet olan siyasi partiler de Türkiye’yi bölüyor. Sade vatandaş ne yapsın. Bu ülkenin insanlarını başta dış devletler olmak üzere içerdekiler de dış güçlere uyarak halkımızı bile bile birbirlerine düşman haline getirmiş bulunmaktadırlar.
Ben, TES-İş Sendikasının 10 yıl başkanlığını yapmış ve 1965 yılında İzmir, 1969 yılında Kayseri milletvekilliğinde bulunmuş bir kişiyim. Gerek çalışma hayatım ve gerekse politika hayatım boyunca insanların bir arada, kardeşçe yaşamalarına özen gösterdim, önem verdim. Bu uğurda, hiçbir ayrım yapmadan ve her hangi bir parti farkı gözetmeden yıllarca devlete ve millete hizmet ettim. Sonuçta, onurlu ve sorumlu bir vatandaş olarak, 1991 yılında başımdan geçen “ibretlik bir olayı” sizlere anlatmak ve değerli kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.
Şöyle ki:
Biz aile olarak Demokrat Partiliyiz. 
1991 genel seçiminde bana Milletvekilliği teklifi geldi. Ben de, önce memleketim Diyarbakır’a gidip, ortamı bir yoklayayım, ondan sonra “ya evet veya hayır” derim diye düşündüm. Bu amaç ve niyetle memlekete gittim. Önce, kendi köyümde durumu göreyim diye (doğduğum) köyün kahvesinde 100 -150 kişinin bulunduğu ortamda konuyu açtım. İki dönem İzmir ve Kayseri’den seçilerek Milletvekilliği yaptığımı anlattım ve “Bu sefer kendi ilimden teklif yapıldı, ben de, önce sizlerin görüşünü almadan bir karar vermek istemedim” dedim. Bu minval üzere bir saat kadar konuştum, açıklama ve önerilerde bulundum. Kimseden ses çıkmadı. Oysaki başka zamanlarda köye gittiğimde, bana gösterilen ilgi ve alâka muazzamdı. Şimdiki yaklaşım ve davranış biçimi ile mukayese ettiğimde çok şaşırdım ve hayal kırıklığına uğrdım.
Kahveden çıktık eve yöneldik. İki eniştem ve 8 genç yeğenimle eve vardığımızda onlara, bu ilgisizliğin nedenini sordum. “Toplantıda 21 pkk’lı vardı. Onların yarattığı baskı ve korku yüzünden kimse sesini çıkaramadı” dediler. Bir müddet sonra istirahat etmek için odama geçtim. Yaklaşık 1 saat sonra Amcamın oğlu Hüseyin misafirlerimiz geldi, diye beni uyandırdı. Sırtıma bir gömlek alarak salona çıktığımda, karşı sedirde 4 silahlı kişi ile karşılaştım. Doğrusu biraz irkildim, ama yapılacak bir şey yoktu. Kahvede beni dinlemişler. Salona girdiğimde saat: 01.00’di. Benden çok genç olmalarına rağmen yerlerinden bile kalkmadılar. Ben de karşı sedire oturdum. Usulen ‘hoş geldiniz’ dedim. “Bu saatte geldiğinize göre bana bir sorunuz varsa sorunuz” dediğimde: “Siz daha önce Kürtler için ne yaptınız ki şimdi aday oluyorsunuz? Ayrıca hangi partiden aday olmak istiyorsunuz bilmek istiyoruz. Eğer Erbakan’ın partisinden adaysanız, derhal buradan gidin! Değilseniz, o zaman konuşalım” dediler, ben de cevaben: “Bugüne kadar aday olmadım ki, size nasıl cevap vereyim, bugüne kadar kimi seçmiş iseniz bu soruyu onlara sorun” dedim.
Devamla: “Ben buralıyım. Daha önce İzmir ve Kayseri’den milletvekili oldum. Ancak şimdi, kendi memleketimden aday olabilmenin araştırmasını yapıyorum. Bu nedenle buradayım. “– Kürt hakları için ne düşünüyorsunuz?..” Cevap: “Burada, bu evde doğdum. İlkokula burada başladım sonra Ankara’ya gittim orada okuyarak ve çalışarak kendimi yetiştirdim. Sonra TES-İş Sendikası Genel Başkanı oldum. Derken, İzmir ve Kayseri milletvekili oldum. Oralarda kimse bana Diyarbakırlı bir Kürtsün demedi. Dahası, her hangi bir aykırı soru veya hitapla da karşılaşmadım. Ama ne yazık ki, şimdi kendi köyümde, doğduğum evde “Kürt haklarıyla ilgili soruya” muhatap oluyorum!..
Verilen cevap: “ –Sen T.C. leşmişsin.”
-Evet ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bundan dolayı da iftihar ediyor ve kendimle gurur duyuyorum. Şimdi ben de size sorsam, siz bu ülkede doğmuşsunuz, sizin nüfus cüzdanınızda T.C. olması gerekir. Eğer Nüfus cüzdanınız yoksa, bu takdirde bana hitap edemez ve benden hesap soramazsınız dediğimde başka konulardan soru sormaya başladılar. Konuşma, bu minval üzere yaklaşık 5 saat sürdü. Daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Bu zorlu karşılaşmadan sonra kendime soruyorum! Hangi akılla bu yola çıktım, bugün düşünüyor ve cevap veremiyorum.
Sabah olmuştu. Uyuyamadım. Köyün muhtarını çağırdım. Köyle ilgili bilgi vermesini istedim. Akşamki olaydan sonra bana verdiği bilgi şöyle: Geçen gün köye 5 cemse dolusu asker geldi. Bana, köyde 7 den 70’e kadar kim varsa çağır dediler. Bütün köylüleri çağırdım, köyün meydanı doldu. Yüzbaşı konuşmasında dün bu köye teröristler (PKK) gelmiş. Birinin evinde de yemek yemişler. Hanginizin evinde yemek yemişlerse söylesin. Kimseden ses çıkmayınca, bu sefer “kim ki evinde PKK’lıya kapısını açıp yemek yedirdi söylemiyorsa anasını, kızını …, ederim” dedi. Peki, köylüden ve senden bir ses çıkmadı mı? Efendim çıkmadı. Sadece ‘haklısınız’ dedik. Daha, daha dedim. Muhtar, “bu sefer de beni sıkıştırıp deşme beyim, çektiğim sıkıntı bende kalsın” dedi…
Köyden ayrılarak ilçeye, Kaymakamın makamına gittim. Orada hâkim, savcı, jandarma komutanı ve belediye başkanı ile bir araya geldik. “Maksadım sizi ziyaret etmekti, köylerle ilgili sıkıntılarınız ve bu vesileyle sizlerin bu ilçede şikâyetiniz var mı?” dedikten sonra, Jandarma komutanına hitaben; “Komutanım gece 12 den sonra evinizin kapısı çalınsa ne yaparsınız, kapıyı açar mısınız?”Açarım dedi, başınıza silahlı 4 kişi çıkarsa ne yaparsınız? Buyurun derim dedi. İşte dün gece benim başımdan böyle bir olay geçti. Tahminen 16 -22 yaşlarında 4 silahlı ile karşı karşıya geldim. 5 saat onlarla konuştum, beni tehdit ettiler, sizi dağda misafir ederiz dediler. Benim ölüm çıkar dedim. Orada kaymakam, hâkim, savcı ve belediye başkanı hayretler içinde beni dinledikten sonra, hemen şunu ilave etmek gereğini duydum. Bizler ne yapıyoruz, köydeki muhtarın söylediklerini anlattım ve dedim ki: “Gece PKK zulmü, gündüz güvenlik görevlilerinin baskısı ve yaptırımı karşısında, vatandaş kime yaransın?...”
Bu gördüklerim ve yaşadıklarımın tarihi 1991’dir.
O tarihlerde teröristlerin sayısı 3-5 bin kişi olarak tahmin ediliyordu. Bugün siz takdir ediniz, bunlara yandaş olmadığımız için 1994 tarihinde doğduğum 800 m2 kapalı ev alanında 85 baş küçük ve büyükbaş hayvan içinde olmak üzere diğerleri ile birlikte 11 ev ve bir değirmen yakıldı, kül oldu. Bu durumun bilgisi geldiğinde; Sayın Süleyman Demirel Başbakandı, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı idi. İkisine de telgrafla durumu bildirdim. Hiçbir netice elde edemedim. Bundan sonrasını siz takdir edersiniz. Bir misal olarak bizim köyde elektrik var, içme suyu evlerde akıyor, yolu asfalt, ipek böceği islim binası; Arazi sulama kanalları var. Şu anda hepsi kapalı, hiçbir tarla ekilmiyor. 360 haneli köyde 30 -40 hane kalmış durumda. Kalanlar da yaşlı olup, ömrünün son demlerini köylerinde tamamlamak isteyenlerdir...
Sadece bizim köyde yaşayanlardan 65 aile İzmir’e yerleşmiş. Bursa, İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya ve Muğla illerinde bu rakama yakın insanlarımız kendilerine iş bulmuş veya iş kurmuş, evlerini almışlar, çocukları ilkokulda, lisede okuyor. Üniversitede olanlar da vardır. Bunların tamamı hayatlarından memnun… Bir kısım aileler de, Vanlısı, Batmanlısı, Siirtlisi ve Mardinlisi, Orta Anadolu’ya ve Ege’ye, kendi evleri, aile/akraba çevreleri ve memleketlerinden kaçarak gelmişler.
Bu insanlar eğer bölücü olsalar batıya doğru gelirler miydi?
Şimdi size söylemek istediğim bir düşüncemi ifade etmek, açıklamak istiyorum.
Bu ülkede barış içinde beraber yaşayanlar: Alevi-Sünni, İsevi-Musevi, Kürt, Laz, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Türk, Arap, Ermeni, Yahudi, Rum, Elen ve buna benzer sözlerin kullanılış biçimleri, insanları rencide edecek tarzda olmamalı? İnsanlarımızı birleştirmekten çok, ayrıştırma amacı güden bu tür sözlerden milletçe kaçınmalı ve sakınmalıyız. Ülkemizde faklı “ana dil, din, inanç, mezhep ve lehçelerin varlığını” kültürel bir zenginlik olarak kabul etmeli ve bu vatandaşlarımıza karşı çok hassas ve saygılı davranılmalıdır.
İşte bu duygu ve düşüncelerimi, kendi yaşamımdan örnekler vererek size iletmek ve aracılığınızla kamuoyunu bilgilendirmek istedim. Değerlendirilme şeklini, bütünüyle sizin takdirlerinize bırakıyorum.
Selâm ve saygılarımla.,
Enver TURGUT
             Ankara: 17 Mart 2016
TES-İŞ Sendikası Genel Başkanı
13. ve 14 Dönem Kayseri ve İzmir Milletvekili
Demokratlar Kulübü Başkan Vekili
SEN-DER, Sendikacılar Derneği Başkanı
İletişim,  GSM: 0 532 367 23 77
İletişim, e.Mail: enverturgut06@gmail.com

8 Haziran 2015 Pazartesi

Myanmar'dan yükselen çığlık. Arakan Müslümanlarına yapılan zulüm, işkence ve soykırım... Gaflet, dalalet ve hıyanet içindeki SÖZDE Müslüman (özde İblisin askeri ve paraya tapan müşrik) devlet ve hükümet adamları!..

ARAKAN AĞLIYOR! dünya Müslümanları; İslâm ülke, devlet ve hükümetleri ağır töhmet altında!..

Bütün İslâm Devletleri, bu sözde devletlerin hükümetleri ve Dünya Müslümanlarının BÜYÜK UTANCI, KORKUNÇ YÜZKARASI!.. Myanmar'da Müslüman katliamları ve Arakan Cehennemi
Orada çekilen müthiş acıları, derin ıstırap, katliam, zorunlu tehcir, sürgün ve soykırımları her hangi bir Müslüman (İslâm)  Gazeteci, Yazar, hükümet yetkilisi, devlet adamı, din görevlisi veya münevver, mütefekkir değil; Yüz Binlerce Müslüman devlet, din görevlisi ve sözde aydın veya mütefekkirden üstün olduğunu bu çalışması ile ispat ederek dünyaya duyuran: Hıristiyan Gazeteci Sophie Ansel yazdı, bildirdi ve ilân etti: "Myanmar Hükümeti Gücünü Korumak İçin İki Dini Birbirine Düşman Etti"
"Biz Tarifsizler, Bir Myanmar Tabusu" adlı kitabının Hıristiyan yazarı, İnsan Hakları Savunucusu ve insanlık davasının yılmaz takipçisi, cesur ve korkusuz Ansel, Arakanlı Müslümanların çaresiz biçimde çıktıkları zorunlu göç, yani mecburi tehcir yolculuğunda, putperestler tarafından alçakça rencide edildiklerini, alçakça ve kalleşçe katliamlara maruz kaldıklarını; Bu vahşet, insanlık dışı kalleşçe cinayet ve işkencelerden geri kalabilenlerin ise sonuçta "köle olarak satıldıklarını" belirtti.
Arakanlı Müslümanların (Rohingyalar) maruz kaldıkları şiddeti, öfke, kin, intikam, katliam, insanlık dışı eziyet, zulüm ve nefreti kendi ağızlarından anlattıkları ilk kitabın Fransız yazarı Sophie Ansel, bu insanların çaresiz biçimde çıktıkları göç yolculuğunda, "bir cehennemden başka bir cehenneme geçtiklerini" ve "köle olarak satıldıklarını" belirtti.
Ana ve asli vatanları, kendi öz toprakları olan ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan,; Kimsesiz, sahipsiz ve Başta Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olmak üzere, bütün dünya Müslümanları tarafından sahip çıkılmayan Arakanlı Müslümanlardan Habiburrahman'ın Arakan'da son üç yılda yaşananları kaydettiği notları kendisiyle paylaşması üzerine, "Biz Tarifsizler, Bir Myanmar Tabusu" adlı kitabı yazan Ansel, AA muhabirine Myanmar'da yaşanan etnik ve dini zulümle ilgili değerlendirmelerde bulundu.
Arakanlı Müslümanlara Budistler tarafından yapılanların kökeninde siyasi bir manipülasyonun yattığını ifade eden Ansel, Myanmar hükümetinin Arakan'da gücünü korumak için iki dini birbirine düşman ettiğini belirtti.
MEZALİM İSLÂM ALEMİNİ SARDI..
Bir tarafta kâfir gürühunun kelle kesen lejyonları; Diğer tarafta Müslümanlara eziyet, zulüm, işkence, soykırım ve mezalim uygulayan pervasız putperestler!.. Herkes soruyor: Nerede bu dünya Müslümanları ve dünyanın sözde Müslüman devlet ve hükümetleri; bölgesinin kendini beğenmiş kibirli kâfir diktatörleri nerede?...
Arakanlı Budistlerin Myanmar'dan ayrılıp bağımsız devlet kurma talepleri olduğunu anımsatan Ansel, "Myanmar devleti, Arakan'da hakimiyetini sağlamak için iki dini birbirine düşürüyor. Budistleri kendine çekmeye çalışıyor. Arakan'da sadece Budistler olsaydı devletin bu kadar kontrolü olmazdı" dedi.
Bu doğrultuda Müslümanlara karşı nefretin devlet tarafından körüklendiğinin ve Budistlerin devlet tarafından üstün tutulduğunun altını çizen Ansel, "Eğer devlet Müslümanlara yönelik bir apartheid uygulamasaydı, Arakan'da iki dini topluluk bir arada yaşayabilirdi" ifadesini kullandı. 
Myanmar'da genel olarak Arakanlı Müslümanlara karşı önemli ölçüde tepki olduğunu ve birçok insanın Arakan'a yardım götürülmesini dahi engellemeye çalıştığını söyleyen Ansel, "Müslümanlara karşı ırkçılık 50 yıllık diktatörlüğün eseri, bu nefretin geçmesi için en az bir iki yeni kuşak lazım" şeklinde konuştu. 
"Arakanlı Müslümanlar köle olarak satılıyorlar"
Ülkelerini terk eden; Zorunlu tehcire tabi tutulan, ana vatanlarından sökülüp atılan, kalleşçe kovulan, sürülen Arakanlı Müslümanların çaresiz biçimde çıktıkları göç yolculuğundaki dramlarının komşu ülkelerde de devam ettiğine dikkati çeken Ansel, "Arakanlı Müslümanlar göçle bir cehennemden başka cehenneme geçiyor" yorumunda bulundu.  Bu insanların, başka gidecek yer veya kendilerini kabul edecek Müslüman ülke bulamadıkları için en çok sığındığı ülkelerden Tayland ve Malezya'da insan kaçakçısı çetelerin eline düştüğünü anımsatan Ansel, "Rohingyaların yaşadığı sıkıntılar Myanmar sınırında bitmiyor, komşu ülkelerin ekonomisinin gelişmesi için köle olarak satılıyorlar" dedi.
BU SOYKIRIMA KARŞI ÇIKMAKTAN KORKAN sözde İSLÂM ülkeleri; İSLÂM hükümetleri ve DEVLET adamlarına LÂNET OLSUN
Başta Amerika ve İsrail olmak üzere, dünyanın pek çok Yahudi, Hıristiyan veya dinsiz, pagan ya da ateist ülkesi bir tek vatandaşlarının, dindaşlarının veya ırkdaşlarının burnunun dahi kanamasına izin vermezken!.. Myanmar halkı ve hükümeti tarafından ülkede meskün ve Arakan’ın asli unsuru, asli sahibi, yerlisi olan Müslüman halka yapılan toplu katliam, sürgün ve soykırım’a seyirci kalınması iğrenç bir duyarsızlık. Hani domuz ülkelerinde milyarlarca dolar yatırım yapan ve kâfirin ekonomisini ayakta tutan Arap Şeyhleri? Diğer sözde İslâm ülkelerinin etkili, yetkili, şımarık ve ukalâ devlet başkanları, diktatörleri nerde? Kardeş Müslümanların kâfir elinde eziyet, mezalim ve işkenceye maruz kalması karşısında.; Adına Myanmar denilen iblis ülkesine, cani halkına ve insanlık düşmanı hükümetine nota üstüne nota çekmeyen, savaş ilân etmeyen, asker göndermeyen ve din kardeşlerinin bu dinsiz domuzlar elinde helâk olmasına seyirci kalan bütün İslâm ülkesi yetkili, sorumlu ve görevlilerinin Allah belâsını versin… Tıpkı bir fahişe gibi iki yüzle ve çifte standartla dans eden Birleşmiş Milletler ve kâfir ülkeleri ile âlem icra eden sözde İslâm Konferansı Örgütü de kahrolsun. Olaya duyarsız kalan sözde insan hakları örgütleri de..
Ey insanlık ve ey Müslümanlık!..
Bu din kardeşlerine yeterince ve gerektiğince sahip çıkmayan, yardımcı olmayan ve kâfirin zulmüne karşı sessiz, sorumsuz ve duyarsız kalarak; Dininin emrini yerine getirmeyen, zalime karşı durmayan onursuz ve sorumsuz; Hakikatte şeytanın askeri insanlık düşmanı “Müslüman kılığındaki kâfirlere” karşı duyarsız kalma. Mümkünse elinle, değilse paranla, o’da yoksa dilinle veya gece-gündüz bu güruha lânet ederek görevini yap…   

25 Mayıs 2015 Pazartesi

İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk: "sadece ve yalnızca" İyi, Namuslu, Dürüst, Onurlu ve Sorumlu İNSAN'lar İçindir.

Namuslular da, EN AZ "namussuzlar kadar" cesur, atılgan, çalışkan ve sağlam; Bilhassa çok onurlu, mutlak sorumlu ve her daim bilinçli, "farkında" olmalıdırlar!..

Her derece ve düzey SEÇİM'lerde; Seçim sürecinin en onurlu biçimde; Eşit, adil, saydam ve dürüst işlemesini sağlayamayan; Sandığa var gücüyle sahip çıkmayan; Seçim öncesi hazırlık dönemi ve sandık başı ile seçim sonrası hile-desise, alçaklık ve nitelikli sahtekârlıklara karşı "YETERLİ VE GEREKLİ" önlemleri almayan ve "ta ki, gerçek, adalet ve hakikat tecelli edinceye kadar" tam bir dirayet, yüksek irade ve faziletle hukuk mücadelesi vermeyen Parti "keellem yekün yok", mensupları ve bilhassa sorumlu yöneticileri onursuz, sorumsuz, namussuz, insanlık, adalet, hukuk ve millet düşmanı hükmündedir!... 
ÇÜNKÜ!.. 
"Hüküm ve Hikmet, sadece ve yalnızca ADALET ile kaim ve mümkündür"
B İ L İ N E